21 Şubat 2025 Cuma

Ruhun Ölümsüzlüğü ve Yapay Zeka: Geleceğin Ufukları

 

Ruhun Ölümsüzlüğü ve Yapay Zeka: Geleceğin Ufukları


Beni sürekli meşgul eden konuların başında ruh ve onun ölümsüzlüğü gelir. Bu konuda "Ruh ve Beden" isimli bir makalem de bulunmaktadır ve bu yazıda ele aldığım temel düşüncelerle birlikte, yeni gelişen teknoloji ve yapay zeka çerçevesinde ruhun varlığını sorgulamaya devam etmek istiyorum.

Ruh ve Bedenin Etkileşimi

Birçok inanç sistemine göre beden ölümlü, ruh ise ölümsüzdür. Hayat boyunca beden ruhu taşır ve ona deneyimler kazandırır. Gençlikte bedenin dinç ve enerjik olması, ruhun hayallerini ve isteklerini yerine getirmesine imkan tanır. Ancak yaşlandıkça bedenin gücü azalır ve ruhun bu bedene sığmayacak kadar büyük bir varlık olduğu fark edilir. Beden yoruldukça ruh, onun tutsağı gibi hissedilir.

Yahya Kemal Beyatlı'nın "Rindlerin Akşamı" şiirinde de bu gerçek dile getirilir:

"Dönülmez akşamın ufkundayız. Vakit çok geç;
Bu son fısıldır ey ömrüm nasıl geçersen geç!

Bu dizede bedenin yıpranmasıyla ruhun yeni bir boyuta geçmesi gerektiği anlatılır. Yaşanmış deneyimlerin ardından ruh, kendi özgürlüğünü aramaya başlar ve yeni bir varoluş biçimi arayışına girer.

Bilim, Teknoloji ve Ruhun Geleceği

Son yıllarda bilgi teknolojilerindeki büyük ilerlemeler, ruhun ölümsüzlüğü konusundaki düşüncelerimi yeniden gözden geçirmeme sebep oldu. Ray Kurzweil ve Yuval Noah Harari gibi fütüristler, insan bilincinin dijital ortama taşınabileceği fikrini ileri sürmektedir. Elon Musk'ın Neuralink projesi de bu girişimlerin bir uzantısıdır.

Eğer bir gün ruhun kodları çözülebilir ve bilinç dijital ortama aktarılabilirse, ölümsüz bir varlık yaratılabilir mi? Nanoteknoloji ve yapay zeka desteğiyle, belki de ruh bir robota veya dijital bir ortama yüklenerek varlığını sürekli kılabilir.

Ancak burada sorulması gereken kritik sorular bulunmaktadır:

  • Bilincin dijital ortama aktarılması gerçek bir benlik yaratır mı?
  • Dijital bir ruh, insan bilincinin aynısı mı olur, yoksa sadece bir kopyası mıdır?
  • Eğer ruh enerjisel bir varlıksa, fizik kuralları çerçevesinde evrende varlığını sürekli kılabilir mi?

Ruh ve Yapay Zeka: Birleşebilir mi?

Gelecekte yapay zekanın bilince sahip olup olmayacağı konusu da tartışmalara açıktır. Eğer yapay zeka, insan bilincine benzer bir bilinç geliştirirse, ruh ve makine arasında bir iş birliği mümkün olabilir mi? Bu, sadece bilimsel değil, aynı zamanda etik ve felsefi soruları da beraberinde getirir:

  • Ruh ve yapay zeka ortak bir varlık yaratabilir mi?
  • Yapay zeka, ruhun taşıyıcısı olabilir mi?
  • Eğer ruh dijital bir formata aktarılırsa, bireysel kimlik kaybolur mu?

Bu sorular henüz yanıtlanmaktan uzak olsa da, bilimsel ilerlemeler bu tartışmayı gün geçtikçe daha gerçekçi hale getirmektedir.

Sonuç

Ruhun ölümsüzlüğü, insanlığın var oluşundan bu yana en büyük bilmecelerden biri olmuştur. Teknolojinin ilerlemesiyle birlikte, ruhun yeni bir varoluş biçimine geçme ihtimali giderek daha fazla tartışılır hale gelmektedir. Belki de gelecekte insan ve yapay zeka arasındaki entegrasyon, ruhun dijital bir forma evrilmesini sağlayacak ve ölümsüzlük yeni bir anlam kazanacaktır.

Ancak buradaki en büyük soru şudur: Bu gerçek bir ölümsüzlük mü olacak, yoksa sadece bir simülasyon mu? Bu sorunun cevabı, bilimin, felsefenin ve teknolojinin bir arada gelişmesiyle ortaya çıkacaktır.

Gelecekte insanlık, ruhun evrende sürekli var olup olamayacağını gözlemleyecek ve belki de bu bilinmezliği aydınlatacaktır.

 

19 Şubat 2025 Çarşamba

2023 YILINDAN GERİYE AKLIMDA KALANLAR

 

 Genelde günlük veya not tutma gibi bir alışkanlığım olmadı. Bu çok kötü. Bu fırsatı kaçırmış olan benim pişmanlığımı görmeniz gerekir. Bakın lütfen unutmayın, hayat hayaller ve anılar bütünüdür. Gençken hayaller ağır basarken, yaş ilerlediğinde anılar paha biçilmez oluyor. Lütfen not tutma alışkanlığını çocuklarınıza ve torunlarınıza da aşılamaya çalışın. Bu bizim millet olarak zayıflığımızdır.

Evet, artık yaşlıyım, genellikle anılarımla mutlu oluyorum. Hala mesleğim ve ilgi duyduğum alanlarda Google'da gezinmeyi çok seviyorum ve genellikle zamanımı bu aktiviteler dolduruyor.

 geriye dönüp  2023 yılını düşündüğümde,  kaynak olarak Facebook'taki ve Twitter'daki notlarımı ve yazılarıma bakacağım. Onlar benim artık not defterlerim.

 Aile hayatımdı bir değişiklik yok. Zaten küçük bir aileyiz. En gencimiz torunum İpek, o da Chicago’daki doktorasını bitirdi ve şimdi eşi ile birlikte Amerika’da çalışıyorlar. .Özden ve ben artık arabaya atlayıp değişik bir yerlere gitmeyi, karavan hayali kurmayı veya Kaz Dağları'nda bir Çiftlik alma hayalini dahi geride bıraktık. Ne yazık ki, bu duygular az da olsa hayatı gölgeliyor ve hep şunu hatırlatıyor. Unutma, sen artık yaşlı gurubundansın ve hayalleri gençlere bırakma zamanın geldi. Oğlum Tardu ve kızım Oya artık Ayvalıklı oldular. Keremköy, bugünkü ismi ile sosyetik köy’deki Çiftlik evinde iki köpekleri ile birlikte mutlu hayatlarına devam ediyorlar.

 Biz 2023 yılında klan Yaylası'nda aldığımız Yayla evinde yaz aylarına geçirdik. Yaz sonunda Adana'ya döndüğümüzde bir ay süresince inanılmaz sıcaklar yaşadık ve erken döndüğümüze pişman oldum

Ulukışla'ya bağlı olan klan Köyü 1500 ile 1600 metre irtifada güneyi Toroslarla kaplanmış yeşil serin harika bir yerleşke. Biz 3 yıldır bu Yayla evine gidiyoruz ve Kılan zaman gittikçe popülaritesini artırmaya başladı.

 Sağlık açısından Özden ve ben de büyük bir sorun yok, tansiyonlarımız bir süre bizi rahatsız etti ama şimdi onun da tedavisini öğrendik ve rahatız.

 Fizik olarak Herhangi bir sorunum yok Ancak gerek son yıllarda gittikçe etkisini arttıran sarı leke hastalığı görmemdeki sorunlar ve Almanya'da beni yakalayıp bugüne kadar hayatıma bir parçası olan Vertigo sorunları  maalesef hayatımı kısıtlıyor ve araç kullanmamı engelliyor. Ama ben hala Adana klan gibi mesafeleri gidebiliyorum. Ayrıca gözlerim her gün dostum Google ile muhabbetime izin veriyor. Bunun için de şükrediyorum.

Özden'in hobisi reçel yapmak. Gerçekten çok değişik ve güzel reçeller yapıyor. Bu yıl sürpriz olarak Turşu da yaptı. Ben bayılarak sıkça tüketiyorum.

 Yayladaki bir dönümlük bahçemizde oldukça fazla meyve var. Genellikle bu meyvelerden reçellerimizi yapıyoruz. Ben bazen pestilde yapıyorum.

Google'da çağımızın gereği ve altyapısını oluşturan Biyoteknoloji ve yazılım teknolojileri ve bunların tarıma olan etkileri üzerinde yayımlanan makaleleri takip ediyorum.

 Hayatımın Büyük bir kısmı turunçgil tarımı üzerindeki çalışmalar ile geçtiği için turunçgiller daima araştırdığım konular arasında yer alıyor.

Iklim krizi uzun yıllardan beri ilgimi çeken konuların başında geliyor. Gerek  yüksek sıcaklıklar, normal olmayan yağışlar, kuraklık gibi meteorolojik sorunlar Ve bunlara paralel biyoçeşitlilik, genetik konusunda genellikle nükleik asit ve protein mühendisliği üzerinde yapılanlar özellikle son yıllarda sentetik biyolojideki inanılmaz atılımlar yanında sensörler yazılım teknolojileri konusunda akıllı zeka gibi konular beni hala heyecanlandırıyor ve bunların bir kısmını da Facebook'ta dostlarımla paylaşıyorum.

Biraz yaşamsal olsun diye gıdalar özellikle hücre bazlı inkübatörlerde yetiştirilen et ve benzeri ürünler, bazı besinlerin sağlığımıza olan etkileri, bunların yanında vitaminler ve mineraller konusunda rastladığım ilginç ve bilgi verebilecek genellikle üniversite kaynaklı konuları ufak makaleler halinde yayımlıyorum.

Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri  genellikle iklim konusundaki çok çarpıcı fikirlerini paylaşmayı seviyorum.

2023 Ocak ayında tarımsal eğitimin 110. Yıl dönümü için Çukurova Üniversitesi Ziraat Fakültesinde çağrılı bir tebliğ verdim. Konu olarak da 21. asırda tarımsal eğitimi başlık olarak aldım.

Özellikle yukarıda saydığım konularda THE Guardian gazetesindeki yayımlanan makaleler Çok ilgimi çekiyor ve bunların bazılarını paylaşıyorum .

Singulity hUp’ta  yayımlanan gelecekle ilgili  bulguları ve bu konuda bir araya gelen startup firmalarını duyurmak da bana, bir şekilde takip edenlere,  geleceğin Kapısını açmak gibi önemli bir görev veriyor.

Genetik mühendisliği alanında genetiği değiştirilmiş organizmalar yanında genetiği düzenlenmiş canlıların büyük bir önem kazanması ve gerek tıp gerekse tarımda CRSPR  yönteminin içerdiği potansiyeli ortaya konan makaleleri basitleştirerek bilgi halinde sunmaya çalışıyorum.

Diğer İlgilendiğin bir konuda Dünya popülasyonundaki inanılmaz artış ve bunun ortaya koyduğu sorunlar.

 Zannederim en önemli Konu başlığı bilim ve teknoloji asrı olarak isimlendirilen 21. yüzyılda gelişmelerin bize sunduğu kolaylıklar,  bunun yanında içerdiği potansiyel tehlike insanoğlu maalesef çığır açan buluşlarını çok da olumlu yollarda kullanmadı bu algının kamuoyunda batıdaki aydınlar gibi bizde de yer alması ve tartışılması büyük arzum. ama bu konuda herhangi bir gelişmenin olmaması üniversitelerimizin kalite bakımından yeterli olmayışı beni ülkemin geleceği için karamsar yapıyor.

Son olarak yazımı zeytin ve zeytinyağını eklemek isterim. Benim çocukluğumdan beri içinde bulunduğum bu iki ürün hayatında önemli bir role sahiptir. Hatta 2010 yılında Özden ile karar vererek Ayvalık'a yerleştiğimizde,  zeytin tarımına başlamıştım. Bu işe  şimdi oğlun devam ediyor. Ama gerek iklim, gerekse zeytin tarımındaki güçlükler maalesef bu konuda büyük sorunları karşımıza çıkarıyor.

 Beni mutlu eden son olay çalışma hayatım esnasında genç arkadaşlarımızla bir öngörüde bulunmuştuk. Sofralık narenciye üretiminde İspanya rakipsizdi ve biz 1980 yılında turunçgillerle ilgilenmeye başladığımızda üretimimiz İspanya'nın dörtte biri kadardı, fakat Doğu  Akdeniz bölgesinde potansiyelimiz harikaydı. ve biz 15-20 yıl içinde İspanya üretimini yakalayabileceğimizi öngörmüştük. Evet bu öngörü  2023'te gerçekleşti. Hatta İspanya'yı geçerek Kuzey yarım kürede, ülkemiz 1. odu. Fakat maalesef Pazarlama alanındaki olumsuzluklar, belki de yetersizlikler, bu başarının büyük bir keyifle yaşanmasını izin vermedi.

 

10 Ağustos 2022 Çarşamba

 

BİLİM VE DİN

 

“Bilim ilerledikçe dinin söyleyecekleri azalıyor”.  Bu ifadeyi yakında ya bir belgeselde gördüm veya okudum.  Ama biyoteknoloji alanında tartışılan bu ifade bana çok şey ifade etmektedir. Hatta son yıllarda biyoteknolojik ilerlemeler Tanrı rolünü oynamak şeklinde ifade edilmeye başlandı. Son zamanlarda beni fazlasıyla meşgul eden bir düşünce oldu..  Tanrıyı oynamak mı, yoksa Tanrıyı yeni bilimsel gelişmeler içinde aramak mı?  Bence ikincisi doğru. Çünkü sınırlarını dahi sanal ve matematiksel olarak çözdüğümüz evrenin var oluşundaki güç, küçücük bir planette (Dünya) karbon atomuna dayalı yarattığı organik yapı, bunun dışında suyun ve oksijenin olmadığı evrende fizikselde olsa var olan anorganik oluşumlar, hepsi önceden belirlenmiş fiziksel ve organik kurallar içinde varlıklarını ve evrimlerini sürdürmektedir. İşte ben yaratanı bu yasaları belirleyen güç içinde arıyorum.

Karbon iskeleti üzerine kurulmuş olan biyolojik varlıklarda enerji metabolizma yolları, genetik yapı taşları ortak olmasına karşın ufak nüanslarla fauna ve floradaki çeşit zenginliği ve ortak metabolizma yollarının her bir kişide ortak değişiklikler göstermesi inanılmaz bir zenginliğe sahiptir.  20. Yüzyılda başlayan ve 21. yüzyılda ivme kazanan canlıların moleküler düzeyinde tanımak, onların genetik yapılarına müdahale etmek ve hatta genetik malzemeleri kullanarak biyomühendislik alanında canlı tasarımında yeni kapılar açmak, insanoğlunu inançta yeni sorular ve arayışlar içine sokmuştur.

Bu nedenledir ki, tek tanrılı dinlerin bugünkü teolojik yorumu insanoğlunun yeni arayışlarına yeterli gelmemektedir.  Düşüncelerime göre teizm bu ortamda güç toplamakta ve bizleri bu düzenin sahibi olan büyük gücü tanımamıza ve bu yönde inançlar geliştirmemize nedenler yaratmaktadır.

Peki, rüm bu düşüncelerime rağmen yaratanı kendime ve siz okurlara tanımlayabilir miyim?  Kocaman bir hayır. Neden mi, çünkü bu alemin küçük bir yıldızında organik varlıkların en akıllısı olarak yaratılan ben, o muhteşem gücü anlamakta ve anlatmakta kendimi çok yetersiz görüyorum.  Ve yaratana ailemden ve yaşadığım toplumdan aldığım uhrevi öğretiler disiplini içinde minnetlerimi, yakarışlarımı bildiriyorum. Çünkü hala bilmediğimğz ve anlamadığımız sayısız olay var. Başka bir makalemde sizlere “Beden ve Ruh” konusunda düşündüklerimi yazmıştım. Ruhun ölümsüzlüğüne inanıyorum. Peki, varlığımızın ölümsüz parçası olan ruh nedir? İnanıyorum ama bilmiyorum.

12 Şubat 2018 Pazartesi

GELECEĞİMİZİ TEHDİT EDEN NE?



Biz çocuklarımızın büyükleri olarak sıkça kullandığımız, ama içindeki anlamın pek bilincinde olmadığımız bir deyiş vardır. Bu dünya bize atalarımızdan miras kalmadı, biz onu torunlarımızdan ödünç aldık. Bugün yeryüzünün yaşadığı iklim, ekoloji, göçler, gıdaya ulaşımda yaşanan sorunlar, kontrolsüz artan dünya nüfusu gibi bazılarının geriye dönüşümü olmayan sorunlar düşünülecek olursa, şunu açıkça söyleyebilirim ki, biz dünyalılar yeryüzünü içinde çıkılması çok zor bir konuma getirdik ve çocuk ve torunlarımıza övünç duyamayacağımız bir yer küre bırakacağız. 2050 yıllarında dünya nüfusunun ulaşacağı 10 milyar nüfus bu sorunu daha da artıracağına şüphe yoktur. Son yıllarda yaşayarak öğrendiğimiz iklim değişikliği ve ona bağlı küresel ısınmanın yaşamımızda ortaya çıkaracağı sorunlar, sanki hiç bizleri ilgilendirmiyor gibi eski yaşantı tempomuza, bu sorunları daha da artıracak şekilde devam etmekteyiz. Bence işin en garip tarafı, sorunların çözümünü bilim ve teknolojileri gelişmiş ülkelere havale etmiş olmamızdır. Çözümlere katkıda bulunacak ve gücümüz içinde olanları da kullanma bilincinde ve isteğinde olamamızdır. Şunu şimdiden söyleyebilirim. Henüz başlangıçta olan bu sorunların güçlenerek hayatlarımızı olumsuz etkilemesi torunlarımıza kalmadan kapımızı çalacaktır. Şehirleşmenin arttığı ve buna paralel yaşam lojistiğinin yoğunlaştığı, ayrıca gıda sağlamada her yıl artan dışa bağımlılık, küresel sorunlarla baş etmemiz için yetersizlik sonucu bu vurdumduymazlığın faturası yüksek olacaktır.
Türkiye hızla kalkınmak isteyen bir ülkedir. Küresel ısınmanın esas sorumluları Amerika, Avrupa ve Çin’dir. Ancak son 3 yıldır ülke ortalama sıcaklıklarının rekor kırması bu konuda acil önlemleri gerekli kılmaktadır. Zaten su sıkıntısı çeken ülkemizde bundan sonraki yıllar tarımda sulama sorunlarının artacağının habercisidir. Şimdiden zaman kaybetmeden sulama teknolojisinde yeniliklerin ülkemize ithali, yeni teknolojilerin araştırılması devletin ve araştırmaya yön verme ile yükümlü kuruluşların öncelikli görevi olmalıdır. Ancak bu konuda ülke medyasının artan ilgisi ve yayımlarına karşın, ilgililerin sessiz kalması bu konudaki endişeleri artırmaktadır.
Orta yaşın üzerinde olanların, birçok kuruyan dereler, çaylar yok olan sulak alan ve göller belleklerindedir. Büyük bir yer altı gölünün üzerinde bulunan İç Anadolu kontrolsüz sulu tarıma geçtikten sonra su seviyesi 100 metrenin altında çekilmiş yok olmak üzeredir.  Yalnızca bu bölgede Beyşehir gölü, Hotamış ve sultan sazlıkları, Ereğli Akgöl, Meke ve Akşehir gölleri yok olmanın sınırındadır. Devlet Su İşleri(DSİ) verilerine göre Kayseri Yay, Çöl, Engir gölü, Hatay Amik, Konya Akşehir, Eber, Akgöl, Hotamış ve Yunak gölü, Kütahya Simav Gölü, İzmir Gölcük Gölü, Çanakkale Ece Gölü, Trabzon Sera Gölü, Antalya Avlan Gölü artık suya hasret haldedirler. Bazı göller tamamen kururken bazıları ise bataklık halini alarak göl vasfını kaybetmiştir.  Ülkemizde yakın geçmişte bu örnekleri her yöreden vermek mümkündür. Ayrıca son yıllarda hızla gelişen sanayi mevcut akarsu ve göllerin ekolojik olarak bozulmasına neden olmuştur. Normal olmayan bu olayların üzerinde pek durulmamış, gelişmeler doğal olarak değerlendirilmiştir.
Bunun dışında NASCA gibi birçok hükümet dışı uluslararası kuruluşlar firmalar, belediyeler gibi kuruluşlarla iklim lehine projeler hazırlamakta ve uygulamaktadır. Ülkemizden de bu kuruluşlar ile işbirliği yapan çok az sayıda özel sektör firması mevcuttur. İhracat yapan özel sektörün bu alanda zorlanması yakın zamanda uygulanmaya başlayacak karbon vergisi yoluyla olacaktır. Bu gibi sivil toplum örgütleri hükümetlerin Paris anlaşması hükümlerine uymadaki isteksizliğini kırma potansiyeline sahiptir.
Bu noktada merak ediyorum. Bir iki belediye hariç çevreci olduklarını iddia eden belediyeler, bu konuda ya bilgisiz ya da bana ne politikası uygulamaktadırlar.
Gelin biz bireyler olarak bu konuda hem daha detaylı bilgi edinelim ve de yakın geleceğimiz için bir tehdit olan iklim değişikliği için bizlere düşen görevleri vakit kaybetmeden uygulamanın yollarını arayalım ve çevremizi bilgilendirerek kamuoyu oluşturalım.

29 Kasım 2017 Çarşamba

PROSTAT KANSERİ VE SIZMA ZEYTİNYAĞI İLİŞKİLERİ


Gerek prostat kanseri hastalar ve gerekse bu hastalıktan korunmak için Prostate Cancer Foundation (PCF) tarafından yapılan çalışmalar, ekstra sızma zeytinyağı tüketimini önermektedirler. Prostat Kanseri Vakfı tarafından önerilen bitki esaslı diyetlere sızma zeytinyağı ilavesinin hem arzulanan kilo kaybına neden olmakta ve hem de antikanser özellikli bileşiklerin emilmesine yardımcı olmaktadır. Bu nedenle prostat kanserinden korunmak ve var olan hastalığın ilerlemesini engellemek için ekstra sızma zeytinyağı kullanımı önerilmektedir.
Ayrıca fazla kilolu olmanın hastalığın önceden tahmini açısından büyük yaşam riski oluşturduğu bu çalışmalarda özellikle vurgulanmaktadır. Bu nedenledir ki bitki esaslı zeytinyağı ile hazırlanacak diyetler tavsiye edilmektedir.
Vakıf ayrıca karotenoid içeriği yüksek ve glukozinolat bakımından zengin (lahana, hardal, yabanturpu gibi) olan meyve ve sebzelerin tüketimini güçlü kanser koruma özellikleri bakımından önermektedir. Ancak burada dikkat edilecek nokta bu sebzelerle hazırlanacak yemeklerin sızma zeytinyağı ile hazırlanması gereğidir. Çünkü brokoli, lahana gibi antikanser özelliğini veren karotonoidler su bazlı hazırlanan diyetlerde kısmen kaybolmakta ve glikozinolatların emilmesi içinde zeytinyağına olan gereksinmedir. Bu nedenlerle kanser riskini ve ilerlemesini azaltmak için etkili diyet tavsiyelerinde karotenoid ve glikozinolatların emilimini en üst düzeye çıkarmak için sağlıklı zeytinyağı önerilmektedir.
Çalışma, ayrıca geleneksel zeytinyağı ile zenginleştirilmiş Akdeniz diyeti tüketen Yunanistan, İspanya gibi ülkelerde erkeklerde düşük prostat kanseri oranları görüldüğünü vurgulamaktadır.
Çalışmada ilginç olan nokta ise eskiden beri Ege bölgesinde (Özellikle Körfezde) yaygın olarak yerli halk tarafından uygulanan her gün bir miktar (bir yemek kaşığı) sızma zeytinyağının hiçbir şey katılmadan içilmesidir. Nitekim bu çalışmada da her gün 2-3 yemek kaşığı zeytinyağı tüketilmesi özellikle vurgulanmış olmasıdır.
Çalışmada, insülin açlığı ve prostat kanseri gelişimi arasında pozitif bir ilişki olduğu saptanmıştır. Hem kan şekeri, hem de insülin direncinin kanser ölümlerinde etkin olduğu bilinmektedir. Yukarıda vurgulandığı gibi kanserden korunmak ve hastalığın tedavisi için günlük sızma zeytinyağı tüketiminin yararlı olduğu unutulmamalıdır.
Çalışmalar yiyeceklerin zeytinyağı içinde hazırlanmasının, sadece üzerine zeytinyağı dökülmesinden daha sağlıklı olduğunu göstermektedir. Ayrıca zeytinyağı ile hazırlanan sebzelerin fenol içeriğinin suda pişirilmeye göre daha fazla olduğu saptanmıştır.
ZEYTİNYAĞLI YEMEKLERİMİZİN ÇOK SAĞLIKLI OLDUĞUNU UNUTMAYALIM VE SAĞLIĞIMIZ AÇISINDAN MÜMKÜN OLDUĞUNCA FAZLA TÜKETMEĞE ÖZEN GÖSTERELİM.
Yalnız burada çok önemli bir ayrıntıyı özellikle dikkatinize sunmak isterim. Çünkü bu konuda kamuoyumuzun pek bilgili olduğunu söylemek zordur. Burada ve zeytinyağlılarımızda önerilen yağ sızma zeytinyağıdır. Hiçbir zaman rafine ile eşdeğerde değildir. Sızmada kimyasal bir işlem yokken, rafine zeytinyağı kimyasallarla yenilebilecek duruma getirilmektedir.

13 Mart 2017 Pazartesi

TEZGÂHTAKİ SEBZELERE NELER OLUYOR?


Mutlaka sizin de dikkatinizi çekmiştir. Son yıllarda hemen hemen her gün tükettiğimiz sebzeler şekil ve renk olarak sürekli bir değişiminin içindeler. Bunlarla, kim neden ve nasıl oynuyor, hiç düşündünüz mü? Biz tüketiciler, şekil ve renk algılarımızın tarım endüstrisi tarafından yıllar içinde esir alındığı için bize sunulan bu sebzeleri ve meyveleri doğalmış gibi tüketmekteyiz. Ama bir taraftan da yaşı ileri olanların nostaljisi ile nerede o eski meyve ve sebzelerin tadı ve nefaseti diye eskiyi anımsamaya çalışıyoruz. Buna rağmen, bu değişimin nedenini ve niçinini sormuyoruz. Ama görsel ve yazılı medyada, yapılan bu üretimlerin beslenmemiz yanında, sağlığımızı da tehdit ettiğini yetkin ağızlardan pür dikkat dinliyoruz.
Öncelikle konuyu anlayabilmek ve bilinçli tüketim yapabilmek için meyve ve sebzelerimizle kimin ilgilendiğini bilmek zorundayız. Tarımda tüm üretim şekillerinde ana girişi genetik materyaldir. Bu bitkisel üretimde ise tohum veya fidandır. Bu genetik materyallerin, meyve ve sebzeleri üretecek olan tarım sektörüne bir şekilde sunulması gerekir. Evimize gelen tarımsal ürünlerin çok özet olarak başlangıç süreci bu şekildedir.
Peki, bu genetik materyalleri üreten kimlerdir? Bu sorunun cevabını gelişmiş bir toplum olarak bilmek zorundayız. Bunu bildiğimiz andan itibaren tükettiğimiz bitkisel ürünleri çok daha iyi anlayacak ve tüketimlerinde neler olabileceğini ve bizleri bekleyen tehlikelerin de neler olduğunu bileceğiz.
Günümüzde gerek hayvansal ve gerekse bitkisel genetik materyalleri üreten ve pazarlayanlar, bilim ve teknolojide ileri olan ülkeler ve uluslararası şirketlerdir. Bu durumda bizim gibi bilim ve teknolojide yeterli gelişmeyi sağlayamamış ülkelerin konumu nedir? Yanıt çok kısa ve nettir. Bu alanda bizim gibi gelişmekte olan ülkeler yalnızca genetik materyalleri üreten ülke ve şirketlerin pazarıdır. Bugünkü liberal ekonomi içinde bu pazarları canlı ve elde tutmak için tüm uğraşlar mubahtır. Son zamanlarda gıda endüstrisinin de devreye girmesi ile tüketim, hem gelişmiş ve hem de gelişmekte olan ülkelerde tavan yapmış durumdadır.
Sebze ve meyvelerdeki değişimleri kimin yaptığını belirttikten sonra bu değişikliklerdeki amaç nedir, yani neden ve niçin sorularının yanıtı aranmalıdır. Burada amaç gerek bunların üretimini yapacak tarım sektörü ve gerekse bunları pazarlayacak olan şirketlerin ekonomik çıkarlarını artırmak ve korumaktır. Tarım sektörü hastalık ve zararlılara dayanıklı birim alandan fazla ürün aldığında mutlu olurken, pazarlamayı yapacak şirketler ise albenisi yüksek, depolamaya ve taşımacılığa dayanıklı, raf ömrü uzun olan ürünlerle mutlu olacaktır.
Bitkisel üretimde son yıllarda gelişen diğer bir üretim teknolojisinin biz tüketiciler tarafından bilinmesin de ayrıca yarar vardır. O da bitkisel üretimde ana kaynak olan toprak ve iklim faktörlerini yok sayan topraksız kültür uygulamalarıdır.
Peki, yukarıda anlatıldığı şekilde üretilen ürünün biz tüketicileri ilgilendiren yönleri nelerdir:
o  Öncelikle yeni ıslah yöntemleri ile üretim miktarı eski üretim yöntemlerine göre çok artmıştır. Böylece hemen hemen herkes yılın her ayında istediği sebze ve hatta sınırlıda olsa meyveyi uygun fiyatlarla satın alabilmektedir. Bu modern tarımın bizlere sunduğu bir ayrıcalıktır.
o  Ama madalyonun birde arka yüzü vardır. Islahı yapılan tohum melez (hibrit) karakterinde olup, tohum her yıl üretici firmadan alınmak zorundadır. Yani bizim gibi ülkeler genetik materyal bakımından dışa bağımlıyızdır.
o  Son 20-25 yıl içinde biyoteknolojideki ilerlemeler sonucu hayatımıza genetiği değiştirilmiş ürünler girmiştir. Bu halen tüm dünyada tartışılan başlıca konudur.
o   Ayrıca yukarıda değinilen üretim şekilleri agrokimyasallara (üretimde kullanılan kimyasal maddeler) çok bağımlıdır. Üretim süresince besin maddeleri olarak makro ve mikro elementlerin sürekli olarak bitki kullanımına sunulması bir zorunluluktur. Ayrıca entansif tarım şekli uygulandığı için herbisit (yabancı ot öldürücüler), ensektisid (böcek öldürücüler) ve fungisidler (Hastalık yapan mantarlara karşı)  sürekli olarak kullanılmaktadır. Tüm bu hastalık ve zararlılara karşı kullanılan ilaçlar PESTİSİD olarak bilinmektedir. Bugün enderde olsa hormon kullanımları da söz konusu olabilmektedir.
o  Bunun dışında artık üretimde önemli paya sahip topraksız üretim şeklinde toprak faktörü ortadan kalktığı için üretim tamamen agrokimyasal kullanımına bağlıdır.
Yukarıda kısaca vurguladığım hususların tümü, biz tüketicileri az veya çok olumsuz etkileme potansiyeline sahiptir. Tüm bu üretim şekillerine karşı olsakta, dünya nüfusu güncel verilere göre 7,44 milyarı geçmiş bulunmaktadır. 2050 Yılında ise 9,7 milyarı geçeceği öngörülmektedir. Ayrıca iklim değişikliklerinin tarımı olumsuz etkileyecek olması üzerinde durulması ve bugünden önlemlerin alınması gereken ayrı bir konudur. Bu kadar büyük bir nüfusun beslenmesinde yukarıda olumsuz yan etkileri olan girdi ve uygulamaların kullanılması kaçınılmazdır. Bizim gibi genetik materyal bakımından dışa bağımlı, bilim ve teknoloji fakiri ülkelerin bundan kaçınılmaları hemen hemen imkansızdır.
Özellikle yoğun hibrit üretiminde bize sunulan albenisi yüksek, fakat nefaseti olmayan sebze ve meyvelerdir. Belli bir yaş gurubunun tat ve nefaset üzerine yakınmaları bu nedenledir.  Burada ıslah esnasında göz önünde bulundurulan üretimde kantiteyi artıracak, göze hitap edecek, raf ömrünü uzatacak, hastalık ve zararlılara dayanaklığı sağlayacak genlerdir. Bunlar öne çıkarılırken maalesef tat ve nefaseti sağlayan genler gibi evrim esnasında insanoğlunun sağlığına hizmet etmiş birçok madde üreten gen genellikle kaybolmaktadır. Ben bu olayı gen erozyonu olarak tanımlamaktayım.
Ayrıca üretimin topraklı kültürde kısmen, topraksız kültürde tamamen agrokimyasallara bağımlı olması biz tüketicileri sağlık yönünden tehdit edebilmektedir. Gübrelerde azotun nitrit formu yanında, özellikle insektisidlerin bitkisel gıdalara bulaşma riski, biz tüketicileri kanser başta mutasyon dahil birçok hastalık yönünden tehdit etmektedir. İlaçlarda kullanılmalarından sonra geçmesi gereken ve bekleme süresi olarak adlandırılan kurala mutlaka uyulması ve bu hususun yetkililer tarafından çok iyi takibi biz tüketicilerin sağlığı için çok önemlidir. Bizlerin bu hususları bilmemiz ve takip etmemiz ise hem kendimiz ve hem de ailemizin sağlığı  bakımından en önemli görevimiz olmak zorundadır.


Yoksa televizyonların karşısına geçip, her konuda uzman olan medya starlarını izlemek, maalesef sizlere pek yardımı olmayacaktır. Organik tarım hiçbir zaman yukarıda anılan nüfusu besleyecek bir tarım tekniği olamaz. Organik beslenmek için kırsal yaşamın seçilmesi ön koşuldur. Diğer tüm girişim ve uygulamalar ancak bu konuda yeterli bilgisi olamayanların bilerek veya bilmeyerek kendilerini aldatacakları bir oyundan ibarettir.
Gıda endüstrisinin yarattığı sorunlara değinmeyeceğim. Bu biz tüketiciler için başlı başına ayrı bir sorundur.

20 Eylül 2016 Salı

ERKEN HASAT ZEYTİNYAĞI


Körfezde erken hasat zeytin yağını tatmak için az bir zamanımız kaldı. Eğer sizlerde benim gibi zeytinyağı tutkunu iseniz 15 Ekimden itibaren Kasım ayı sonuna kadar bir şekilde körfez ile ilişkiniz olması gerekir. Ben ülkemizde zeytinyağı üretilen birçok yöresinin erken hasat, genç ve olgun zeytinyağlarını tatmış bir kişi olarak, Körfezin zeytin yağını ayrı tutarım. Peki diğer yörelerin zeytinyağları kötü mü? Hayır, onları da büyük bir keyifle yememe karşın, körfezin zeytinyağı gerek kahvaltı ve gerekse yemeklere tat ve koku bakımından çok daha büyük bir zenginlik katmaktadır. Örneğin körfezin erken hasat zeytin yağını kahvaltılarınızda tüketirken, sanki ekmeğinizi zeytine bandırmışsınız gibi meyvenin tüm tat ve nefasetini damağınızda hissedersiniz.
Ama ne yazık ki, erken hasat zeytinyağı da genç yağlar gibi uzun süre saklanamaz ve bu nedenle ancak belirli takvimler içinde taam edilmesi gerekir. Ayvalıklı bir gurmenin erken hasadı daha uzun süre sofranızda bulundura bilmeniz için yaptığı bir öneriyi daha önce sizlerle paylaşmıştım.
Erken hasat zeytinyağı takriben Ekim ayı ortalarında üretilmeğe başlanır ve bu işlemin Kasım ayı sonuna kadar devam etmesi gerekir. Peki, daha sonraki yağları nasıl tanımlayabiliriz? Şunu açıkça ifade edeyim ki, Aralık ve Ocak aylarında üretilen genç yağlar da erken hasat zeytinyağları kadar kahvaltınız ve salatalarınızda, özellikle Ege ot haşlamalarında yalnızca limon ile tüketilmesi, zeytinyağı tutkunları için ayrı bir damak ziyafetidir.
Erken hasat zeytinyağı genelde yeşil zeytin meyvelerinde üretildiği için yeşil, hatta koyu yeşil sütümsü bir renge sahiptir. Kokusunu, zeytin meyvesinin tüm özelliklerini içerecek şekilde sizlere sunacaktır. Tadı erken hasat olduğu için hafif acımsı olabilir, ancak damağa o doyumsuz zevki sunan ögelerinden, belki de en önemlisi bu acılığıdır. Yalnız her erken üretilen zeytinyağı bu karakterleri içermez. Üretime alınacak meyvenin olum döneminde büyük stresler yaşamaması gerekir. Bu nedenle erken hasat zeytinyağı alırken, eğer bu konuda kendinizi yetersiz görürseniz mutlaka konuya hakim bir kişiden yardım almanız, size bu tadı alma keyfinde büyük bir yardım olacaktır.
Erken hasat zeytinyağı körfez gibi bir bölgede gurme turizmi bakımından büyük bir potansiyel olması gerekirken, Körfez ilçelerinin bu konuda maalesef benim bildiğim ve duyduğum hiçbir faaliyetleri bulunmamaktadır. Yalnız yerel yönetimler değil, turizm sektörü, lokanta gibi işletmeler, ilçe ticaret odaları ve diğer ilgili kuruluşların, bölgede var olan bu potansiyeli değerlendirmek için özel çabaları ve girişimleri olmalıdır.
Benim, erken hasat, genç ve olgun tüm zeytinyağlarını tüketme alışkanlığımı da sizlerle paylaşmak isterim. Bu alışkanlık çocukluğumdan kalma olup, hala fırsat buldukça kendimi ödüllendirdiğim bir şölendir. Bir dilim tam buğday ekmeği dilimi güzelce kızartıldıktan sonra çatal ile üzerine delikler açılır. Ekmek dilimi daha sıcakken üzerine zeytinyağı gezdirilerek ekmeğin bu yağı tamamen içmesi sağlanır.  Yağlanmış ekmek dilimi üzerine tuz ve kırmızı toz biber serpilir. Bu klasik yöntemi ben daha sonraları üzerine limon sıkarak daha lezzetli hale getirdim. Yağlanmış ekmeğin baharatlar ile tatlandırılması esasında kişisel bir olaydır. Burada kimyon, karabiber, acı pul biber veya İtalyanların yaptığı gibi zeytinyağı gezdirme olayından önce ekmeğe sarımsak sürülmesi gibi değişik tatlandırma şekilleri kullanılabilir. Güzel sızma zeytinyağı bulduğunuzda bu yöntemi bir deneyim. Eminim ki sizlerin de hoşuna gidecektir. Şayet bunu erken hasat zeytinyağı ile denerseniz memnuniyetiniz zirve yapacaktır. Şimdiden afiyet olsun, yanında demli çayı da unutmayınız.